Korku denen duyguyu epeydir yaşamıyordum. Unutmuştum. Bu toprakların halkı bu duyguyu hiç yaşatmamıştı bana. Ne olmuştu peki? Ne olmuştu da ellerine geçirseler tüm etlerimi lime lime edecek, tüm kemiklerimi acımadan kıracak, belki kanımla topraklarını sulayacak, cesedimi de köpeğe benzer hayvanlarına verecekmiş gibi nefretle, hiddetle kovalamışlardı beni?
Kalbimin şiddetli atışını şakağımın hemen altında, boğuk vuruşlarını da kulağımın içinde hissediyordum. Nasıl da vahşi hayvanları andırıyordu bakışları? Önüme geçen ergen irisinin hiçbir ebeveyninden görerek öğrenmediğine emin olduğum o hiddeti nasıl da gözlerinden fışkırıyor, sanki soylarına kıran sokmuşum gibi intikam arzusuyla bakıyordu bana?
Anlayamıyordum. Ödüm kopmuş, adeta ölümü ensemde hissetmiştim. Üstelik buna sebep olan bu topluluk evrenin en sakin, en barışçıl topluluğuydu. Öyle ki, bugüne dek bir kez olsun yanlarında kendimi huzursuz hissetmemiş, bana karşı düşmanca bir tutum takınabileceklerini aklıma bile getirmemiştim. Bir şekilde bam tellerine basmış olmalıydım. Herhalde inançlarına saygısızlık etmiş ya da tepelerini attıracak bir şey yapmış olmalıydım.
Şimdi, uzun bir direğin üzerine kondurulmuş gözcü kulesine benzeyen ama epey genişçe olan araştırma laboratuvarımızdaydım. Düşme endişesiyle ardıma bakmadığım için arkamdaki çalı çırpı seslerinden beni laboratuvarın aşağı yukarı yüz metre yakınına kadar kovaladıklarını biliyordum. Sanki benim göremediğim ama onların bildikleri bir sınır varmışçasına bir yerden sonra vazgeçmişlerdi. Ben yine de durmamış, tükenmekte olan takatimin son kırıntılarıyla direkten aşağı salınan merdivene atılmış, kulenin çelik korkuluklu balkonuna erişir erişmez merdiveni ardımdan toplamıştım. Şimdilik emniyetteydim.
*
Laboratuvara rutubet kokusu hakimdi, zira epeydir aralarında yaşayarak yerinde gözlem yaptığım için buraya gelmiyordum. Sırlı pencereleri açıp içerideki ağır havanın yerini dışarıdaki taze havaya bırakmasını bekledim. Muhtelif yönlere bakan kameraların görüntüleri ekranlara yansısın diye sisteme güç veren şalteri kaldırdım. Her biri atmış derecelik bir yayı görüntüleyen altı kamera, laboratuvar kulesinin çevresine tamamen hâkim olmamı sağlıyordu. Görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla etraf sakindi. Rahatladım ama bir şekilde kuleyi devirecek bir çözüm bulup gelmelerinden korkmadığımı söyleyemezdim.
Hatırlamaya zorladım kendimi. Kırk üç gündür aralarındaydım. Önceki kırk iki gün yapıp da bugün yapmadığım (ya da önceki kırk iki gün yapmayıp da bugün yaptığım) ne vardı? Ne buraya gelmeden önce okuduğum kaynaklarda ne katıldığım sempozyumlarda ne de meslektaşlarımla yaptığım onca sohbette, Kepler 22b halkının saldırganlık gösterdiklerini duymuştum. Ne kadar barışçıl oldukları düşünüldüğünde yaşadığım şeyin müstesna bir deneyim olduğunu anlamak kolaydı.
Ne yapıyordum son günlerde? Üç gündür kış mevsimine hazırlık amacıyla sabahları çilke dedikleri bir tür yemişi toplayıp öğlenleri bitki liflerinden ördüğü yaygı üzerine kurutmaya seren, akşamları da gezegenin yapış yapış toprağını önce mayalayıp sonra pişirerek bir tür testi yapan genç bir dişiyi izliyor, notlarımı alıyordum. O gün uzun bir kahvaltıdan sonra, Kepler 22 tam da tepedeyken, yine o dişinin faaliyetlerini izlemek üzere karşısındaki bir kayaya geçip oturmuş işimi yapıyordum. Sıcaktan bunaldığımı hissettiğimi, başımın döndüğünü hatırlıyordum sadece. O kadardı…
Son üç gün o dişiye odaklandığım için bana karşı kapıldıkları bir kıskançlık hissi miydi yoksa? Açıkçası… Cinsel arzuları son derece güçlü, bir tür iffet ve namus anlayışı geliştirmiş ve örfünde bu anlayışa dayalı çeşitli yaptırımları olan bu halkın, onlarla aynı türden olmadığım için beni bir tehdit olarak algılayabileceklerini hiç düşünmemiştim. Hatta benim cinsiyetimin ne olduğunu anlayabileceklerini bile sanmıyordum, çünkü onlardaki dişi ve erkek organlarıyla biz Homo sapiens’lerinki benzeşmiyordu bile. Yine de bu araştırmaya değer bir soruydu.
Hemen bilgisayarı açıp “Kepler 22b Toplumsal Cinsiyet Kongresi” kitaplarına ulaştım. Geçen yıl dördüncüsüne bizzat katıldığım kongrede bugüne dek üç yüze yakın bildiri sunulmuştu. “Kıskançlık” anahtar kelimesini taradığımda iki makaleye ulaştım. Bir tanesi Julien Kaikato’ya aitti, ki buna şaşırmadım. Zira içinde bulunduğum bu laboratuvarı o kurmuştur. Tam kırk yılını Kepler 22b’de geçirmiş, benim gibi nice araştırmacıyı da burada, yanında yetiştirmiştir. Kaikato usta makalesinde kıskançlığın evlilik kurumunun gelişimindeki rolünden bahsediyordu: Keplarum sapiens dişilerinde de -tıpkı bizlerde olduğu gibi- çiftleşme dönemini belli eden bir sinyal yoktu (Başka gezegenlerde keşfedilen, iki ayak üstüne doğrulabilmiş, bilişsel davranıp bunun farkında olan ve alet kullanabilen en gelişmiş tür sapiens olarak adlandırılır. Cins adı ise gezegen adından türetilir. Ayrıntılı bilgi için II. Ötegezegen Biyolojisi Çalıştayı sonuç bildirgesine göz atınız). Yani ne bir koku, ne de cinsel organlarda bir renk değişimi… Hiçbir belirti yoktu. Bu da erkeğin, dişisinin üremeye elverişli olmadığı zamanları anlamamasını, üreyebilme ümidiyle hep kendi dişisiyle çiftleşmesini ve “başka çiftleşme fırsatları” peşinde koşmamasını (çünkü onlarda da çocuk bakımı meşakkatliydi) sağlıyor, bu da tek eşliliği bir norm haline getiriyordu. Ne var ki tüm bu “duygusal yatırım” erkeklerde aldatılma ve bunun sonucunda bir başka erkeğin yavrusunu büyütme korkusu yaratıyordu (Babalık testini icat etmelerine belki yüzyıllar vardı). İşte bu korku kendini şiddetli kıskançlık olarak açığa vuruyordu. Bu sonuç, hem dünyadaki pek çok tek eşli tür hem de Gliese ejderi (Glieasarum varanus) veya TRAPPIST-1e’deki Kutup toynaklı dorugası (Trappistarumdorugus borealis) türleri hakkındaki bulgularla uyumluydu. Buradan yola çıkan Kaikato, kıskançlığın çiftleşme zamanının kimyasal ya da görsel bir sinyalle belli edilmemesine bağlı olarak gelişen evrensel bir norm olduğunu ve toplumsallaşabilen zeki yaşam formlarında kaçınılmaz olarak evlilik kurumunu inşa edeceğini öne sürüyordu.
Öteki makalenin altındaysa üç imza vardı. İsimlerini hiç duymamıştım. Bildiri özetini okuyunca, koca makaleyi bu gezegene adım bile atmadan yazdıklarını anlayıp okumaktan vazgeçtim. Sonra önyargılı davrandığımı düşünerek bir şans daha verdim; zira en azından referansları işe yarayabilirdi. Bildiri, Kepler 22b’yi ziyaret eden gezgin ve bilim insanlarının raporlarından bir derlemeydi ve bu toplulukta nadiren görülen savaş olgusunu inceliyordu. Savaş dediğime bakmayın, çünkü Kepler 22b savaşları Dünya’daki herhangi bir savaş yanında iki çocuğun ağız dalaşı gibi kalır. Bilinen en uzun savaş, sadece iki oba arasında gerçekleşmiş, üç yıl sürmüş ama bitmek bilmemesine rağmen top topu dört kişinin ölümüne yol açmıştı. Bildirinin beni ilgilendiren kısmı, bu savaşlardan birinin nedeni olarak kıskançlığın gösterilmesiydi ama ayrıntı verilmemiş, bunun yerine Keplarum sapiens hakkında yazılmış ancak ilginç bir şekilde varlığını daha önce hiç duymadığım “Yakut Gezegenin Vahşi(!) Halkı” adlı kitaba gönderme yapılmıştı.
Maalesef bu kitap kütüphanemde mevcut olmadığından Dünya ile alt-uzay bağlantısı kurulabildiğinde indirilmesi için sıraya koymuştum ve bu da on saatten önce kitabı indiremeyeceğim anlamına geliyordu. Acelem yoktu zira bir patlayıcı icat etmelerine belki yüzyıllar vardı.
*
Beni bu gezegene daha önce ayak basmış dünyalı ziyaretçiler gibi göklerden gelen, zararsız bir ketoke kunura (dilimizdeki tam karşılığı: “çok da önemsenmemesi gereken tuhaf masum akıllı yaratık”) olarak kabul etmişlerdi. Benden önceki araştırmacılara nasıl davranmışlarsa bana da öyle davranmışlardı: “Görmezden gel. Yemek yersen davet et. Soru sorarsa yanıt ver, bir şey merak ederse izlemesine izin ver” (Kakiato böyle tarif ediyordu). Peki bir Keplerli, zavallı bir ketoke kunurayı ne zaman tehdit olarak algılar, onu laboratuvarına kadar neden kovalardı? Soru buydu.
Yanıt hem kendi merakımı dindirecek hem de Kepler 22b literatürüne ilginç bir katkıda bulunmamı sağlayacaktı… Gerçi benim bu gezegenle ilgilenen son üç beş kişiden biri olduğumu düşünürsek bunun pek de önemi yoktu. Yeni ötegezegenlerde başka ilginç türler keşfedildikçe artık kabak tadı veren Kepler 22b’ye olan ilgi azalmış, konusu salt bu gezegen olan üç beş dergi hariç, akademik dergiler “hakem yokluğu” bahanesiyle makaleleri geri çevirir olmuştu. Özetle, artık Kepler 22b iyi bir akademik kariyer vaat etmiyordu. Öyle ki, gezegen üzerinde yalnız çalışan ilk kişi bendim. Benden sonra bir başkasının fon bulup gelebileceğiyse şüpheliydi.
Kitabın inmesine saatler kala, vakit geçirmek için biraz kestirdim ve ziyadesiyle acıkmış olarak uyandım. Hiç gezegenden beslenmesem bile beni beş yıl idare edecek kadar zengin olan stoğumdan çıkardığım birer teneke ananas konservesi ve ton balığıyla, mikrodalgada yumuşattığım dondurulmuş ekmekten özensiz bir sandviç yapıp yedim. Kırk üç gün sonra ilk defa Dünya yemeği yemiştim. Hem de istediğim hızda! Keplerlilerin uzun sofra ritüelleri yüzünden onlar kadar yavaş yemek zorunda olduğum onca günden sonra özlediğim bir lükstü bu.
Keplerlilere göre, yer altındaki tanrılar (göklerden gelen bizlere pek ihtimam göstermemeleri normaldi yani) evrenin yaratılmasına sofrada karar vermişlerdi. Kusursuz kabul ettikleri evrenin böylesine mükemmel olması tanrıların bıkmadan tartışmaları ve yemek yemekte acele etmemeleri sayesindeydi. Hızlı yemek büyük günah, tanrıların katına erişmekten vazgeçmek demekti ve böyle yapanlar hotike olurdu. Hotikeler kurban edilirdi. “Kâfir” kelimesinin karşılığı sayabileceğimiz bu sıfatı kimseye taktıklarını gören duyan yoktu çünkü bu iradeli varlıklardan hiç kimse kendini hotike yapacak bir davranışı aklından bile geçirmezdi. En azından bizim bildiğimiz kadarıyla, ilk temasımızdan bu yana tanrılara kurban olarak sunulan hiçkimse olmamıştı.
Tanrıların karar almadan önce uzun uzun tartıştıkları inancı Keplerliler için demokrasiyi dini bir mesele haline getiriyordu. Basit kararlar bile açık oturum benzeri toplantılarla alınır, kimi kritik kararlarda oyçokluğu değil oybirliği aranırdı. Şahit olduğum bir tanesinde, Zelele Irmağı’nın sürükleyip getirdiği bir fogu ağacının (hem tohumları hem de meyvesi tüketilebilen kıymetli bir ağaç) artık kendilerinin mi yoksa hâlâ yukarı köylülerin mi olduğunu tam bir gün boyunca tartışmışlardı.
Ben “tartışmışlar” dediğimde gözünüzün önüne çalınan çeneler gelmesin. Kepler 22b’deki evrim bizdekiyle aynı yolu tutmadığından bu hayal hatalıdır. Keplerli tüm hayvanlar seslerini bizimkine benzer ses tellerinde oluştursalar da sesi dışarıya verdikleri organları, beslenmek için kullandıkları ağızları değil, kulaklarıdır. Bunun bir sonucu olarak da konuşurken sadece kendi seslerini duyabilirler. Tartışma tutkularını tanrılarla açıklasalar da bu adetin esas kaynağı mitolojileri değil anatomik imkânsızlıklarıdır. Ses, dışarı çıkarken dudak ve dil benzeri yapılarla değil de kasılma kabiliyetine sahip “ses borusunda” henüz yoldayken şekillendiğinden, Keplerlilerin iletişimi biz insanlara ilk başta mırıldanmadan ibaretmiş gibi gelir. Kulaklarımız zamanla alışır.
*
Dünyayla bağlantı kurulur kurulmaz kitap da indi. Yazarı Şükûfe Harris adlı bir gezgindi. Gezgin, Kakiato’nun da burada olduğu dört sene boyunca Keplerlilerle yaşamıştı. Kitaba Kaikato’yla olan konuşmalarını da aktardığını ilk bakışta görebiliyordum.
Harris, kitabına bu gezegene olan merakını ve yakınlarının burada yaşama planına yaptığı itirazlarla nasıl başa çıktığını anlatarak başlıyordu. Bu kısmı geçtim. Uzayda geçirdiği dört buçuk ayı ve gezegene inip Kaikato ve eşliğindeki iki doktora sonrası araştırmacısıyla tanışmasını anlattığı kısımları atlayarak okudum. “İlk temas” adını verdiği dördüncü bölümden itibaren yazdığı her satır benim için önemli olabilirdi. Gezginin gözlemlerini ve deneyimlerini iştahla okuyordum ama sayfalar geçtikçe soruma bir yanıt bulamamak canımı sıkıyordu. Nihayet son bölüme gelmiştim. Yazar son bölümü, “Keplerli adama duyduğu, neredeyse aşk sayabileceği hayranlığa” ayırmıştı. Çok şaşırmış, yanlış anladığımdan şüphelenip ilk paragrafı tekrar tekrar okumuştum. Çılgıncaydı bu! “Neredeyse aşk” diyordu yazar… Keplarum sapiens ile Homo sapiens arasında gelişen bir “neredeyse aşk” öyle mi?
Harris, kendi duygularını anlatmadan önce, Keperlilerin aşk hayatlarından ve çiftleşme ritüellerinden de bahsediyordu. Bu ritüellere aşinaydım. Erkek ve dişi sırt sırta verir. Erkeğin sırtındaki binlerce üreme organından polen benzeri bir formdaki eşey hücreleri dişiye haz veren bir gazla birlikte dışarı itilir. Bu sırada dişi de sırtından soluyarak polenleri sadece birinde yumurta hücresi olan yüzlerce almaca çeker. Daha sonra o da çektiği gazı dışarı verir ve erkek de aynı şekilde haz alır. Vahşi hayvanlarla mücadele ederken de sırt sırta vermelerinden ötürü, Keplerlilerde çiftleşmenin yaşam mücadelesinin bir parçası olduğu fikri gelişmiştir.
Harris, dini bir ritüel gereği “mastürbasyon yapan” erkeğin polen dolu gazını yanlışlıkla soluduğunu, bu gazın kendisinde baygınlığa neden olduğunu, bu sırada bilincini tamamen yitirdiğini ve uyandıktan sonra da bayıldığı anı kapsayan geçici bir hafıza kaybı yaşadığını aktarıyordu. Neyse ki kısa bir süre sonra belleği tamamen yerine gelmişti.
Bu hafıza kaybının bugünkü deneyimime benzemesi aklımı karıştırmıştı. Acaba ben de yanlışlıkla “haz gazı” mı solumuştum? İyi de nasıl? Ben taşın üzerine oturmuş işimi yapıyordum sadece. İşimi… O Keplerli kadını izliyordum. O zarif, o estetik “kadını”… “Kadını”?
Midem aniden kasılıp bulandı. Kontrol edemediğim bir öğürtü boğazımda tıkandı kaldı. Hızla tuvalete koşup içimden gelen her şeyi serbest bıraktım. Kısmen öğütülmüş ananas ve ton balığı parçalarını otomatik bir merakla incelerken, kimyevi olarak bastırılmış anılarım yüzeye çıkıyor, gözümün önüne giderek netleşen bazı görüntüler geliyordu. Çiftleşme amacıyla kur yapan bir Keplerli erkek gibi, yere uzanıp tüylü ayak bileğine burnumu sürtmüştüm. O, ne yapmaya çalıştığımı hiç anlayamamış, genelde Keplerli kadınların teamülen yaptığı gibi, bana bir naz tekmesi savurmaya kalkışmamıştı.
Klozetten doğrulmaya çalışırken sendeledim ve.eğilmeye fırsat bulamadan bir daha kustum. Belleğimin kayıp parçaları perde perde beliriyordu: Bana tekme atmamasından cesaret alarak olmayan polenlerimi yaymak için sırtımı dönmüştüm. Tuhaf olanı -belki de iç güdüseldi- o da bana sırtını dönmüş, almaçlarını genişleterek yaslanmaya hazırlanmıştı. Sırtlarımız temas etmeden az evvel, daha önce hiç duymadığım bir erkek çığlığı duymuştum.
Sonrası firar…
Gazı nasıl solumuştum peki? Başka bir kaynaktan mı yoksa kendimi bilmediğim bir nedenle kaybedip de kur yapmaya kalkıştığımda mı? Burası muammaydı. Açık olan şeyse, temel kuralı ihlal etmiş, araştırdığım topluma etik dışı bir müdahalede bulunmuş ve kendi çıkarıma bağ kurmuş olmamdı. Daha kötüsü, muhtemelen türüme olan güveni sarsarak bizleri ketoke kunura olmaktan çıkarmış, tone hotike sillura gibi bir şey haline getirmiştim. (Keplercem çok iyi değil ama sanırım “istenmeyen, tehlikeli, namussuz yaratık” anlamına geliyor).
Peki ya Keplerli kadın? Benim yüzümden tarihteki ilk hotike olmuş olabilir miydi? Kurban mı edeceklerdi şimdi onu? Erkeklerin günahlarının, aptallıkların, kıskançlıklarının, korkularının bedelini kadınların ödemesi de evrensel miydi yani?