Tanrı Misafiri

Bu resim Midjourney AI tarafından oluşturulmuştur.
Yazıldığı yıl: 2010
Antoloji: Tek Kişilik Firar, Tevfik Uyar - Kırmızı Kedi.

Odanın penceresinden içeriye, ilerideki yoldan uzunlarını yakarak gelmekte olan o arabanın ışığı vurduğunda uyumak üzereydim. Duvara vuran sarı ışık tam o uykuya dalma anındaki hayallerimden birisi oluvermiş, bir an için öldüğümü ve ruhumun da yükseldiğini sanmıştım. Çok kısa sürdü. Yol bozuk olduğundan pencerenin gölgesi de zıplayıp duruyordu.  

Dışarısı düşünceleri bile titretecek kadar soğuktu. Elektrikli cihazım iyi kötü ısıtıyordu ama uykum çok ağır olduğu için, ben uyurken sağa sola düşer de bir yerleri yakar, ve ben de uyanamam, yanmadan önce zehirlenir ölürüm kaygısıyla onu uyumadan önce kapatıyor, kalın yorganı kendime ikinci bir deri haline getiriyordum. Kat kat da giyinmiştim. O sabah beldeye indiğimde herkes kar yağıverse havanın yumuşayıvereceğinden bahsediyordu ama o kar bir türlü gelmemişti. Araba geldi ama.  

Geldi ve köhne kulübemin önünde durdu. Dururken lastiklerin çıkardığı fren sesinden dışarıyı sağlam bir donun alıp yürüdüğünü anlamıştım –bir süre sonra insan evinin önüne duran araba sesini bile tanımaya başlıyor-. Arabanın duvarıma ışıklarını saldığı yerden buraya kadar bu kadar yavaş gelmesi de muhtemelen bundandı. Çoktan kalkabilecek olmama rağmen ille de kapıyı vurmasını bekledim: Gelen her kimse zaten uyuyor olduğumu düşünüyordu muhtemelen ve kapıyı erken açarak onu kıllandırmanın anlamı yoktu. Kapıyı vurdu ve ben de açtım. Önce kısadan bir adam olduğunu ve kat kat giyindiğini sanmıştım. Kat kat giyindiği kısmı doğruydu ama gelen bir kadındı. 

“Arabam” demişti. “Tekliyor... Ne yapacağımı bilmiyorum...” 

Yavaş gelmesinin bir başka sebebi daha varmış diye düşündüm kendi kendime. Arabasına baktım: Mavi renkli, 2000 model bir Volvo S40 klasikti. Sağ ön çamurluğunda onarılmamış hafif bir göçüğü vardı. Aslında dilinden çok iyi anladığım bir araçtı ama ona oto tamircisi olmadığımı söyledim. Telefonunun şarjı bitikmiş, şarj aleti de yokmuş ve mümkünse telefonumu kullanmak istiyormuş. “Telefonum yok ki” dedim. İnanmadı. Kimin bu devirde telefonu olmazdı ki? Gerçi sesinden başka bir şeyini bilmediğim için ben de ona gerçek anlamda inanmamıştım henüz. 

“Telefonunuzun markası ne?” dedim; söyledi. Elektronik cihazları tuttuğum kutuda ondan, bundan, eski telefonlarımdan kalmış bir kaç şarj aleti vardı. Birisinin uyabileceğini düşündük ve bu vesileyle de içeriye davet ettim. Kadınlara düşkün birisi olsa idim kötü niyetli birilerinin bir oyun tezgahladığını düşünebilirdim, ama böyle bir şey için bana kadın göndermeleri gerçekten manasız olurdu. 

İçeriye girmesine rağmen kapının önünü hemen fethetmiş olan o soğuk alanda hala ağzından dumanlar çıkıyordu. “Soğuk” dedi. Hep böyle olmayacağını söylemek için “Sobayı yakacağım. Çok ısıtmasa da varlığı yetiyor, en azından burayı yaşanabilir hale getirir” dedim. Benim bu soğukta ne yaptığımı merak etmiş olsa gerek: Kapıdan girince görülebilir haldeki dağınık yatağıma baktı. Yorganın kendisi bir yatak kadar kalındı. 

Etrafa bakınmaya devam etti. Görecek çok da bir şey yoktu zaten: Tek göz oda. İçeride küçük bir mutfak. Her yer her yerde... Pek de sevgiyle bakmadı o yüzden. Louvre müzesine ya da harikalar diyarına benzemiyordu tabi. Derken kafasına sardığı her şeyi çıkardı. İki atkıyı üstüste sarmış meğer. Bedenine göre biraz etli olan güzel yüzünün üzerinde mavi gözleri, kafasının üzerinde ise dalga dalga uzanan röfleli saçları vardı. Kahverengi montu vücuduna oturmuştu. Atletik bir vücut. 

“Burada mı yaşıyorsun?” diye sordu. “Evet” dedim düşünmeden. Yalan söyledim tabi... Gerçekleri neden söyleyeyim? Bu sırada şarj aletini bulup getirdim ve taktık. 

“Açılması için biraz şarj olması gerekiyor. Ondan sonra kaskomu aracayağım. Onlar bir çekici yollayacaklardır mutlaka” dedi. “Peki” dedim. Başka bir şey deme şansım da yoktu.

“Uykunu böldüm” dedi.

“Evet böldün” dedim. 

Nezaket beklentisi içerisindeydi. Çok şaşırdı. Evet, kaba bir adamdım ama yine de düzeltmeye çalıştım: “Mühim değil. Sadece gerçekçiyim” dedim. Anladığından emin olamadım o an için. Gerçekçilikle kastettiğimi yani... 

“Tanrı misafiri” diye düşündüm ve bir şeyler ikram etmem gerektiği aklıma geldi. Çay teklif ettim ve biraz düşündükten sonra “içim ısınır, güzel olur” diyerek kabul etti. Çay içeceğinden değil yani. Ben de çayı sadece ısınmak ve uyanık kalmak için içiyordum zaten. Ortak bir yön... Sabah çamaşır makinasını tamir ettiğim bir teyzenin vermiş olduğu yarım tepsiye yakın börekten de bulabildiğim en temiz tabağa koydum.  

Hala etrafa bakıyordu. Tabi beni tanımadığı için yüzüme rahat rahat bakmasını beklemiyordum. Açıkçası ben de ellerime, ayaklarıma, etrafa bakıyordum; zira kapalı ve bana ait olan, bağırsa sesinin çıkmayacağı bir yerde ona fazla bakmam onu ürkütecekti. Her nedense ona bir tecavüzcu olmadığımı kanıtlamaya çalışıyordum; zira çayı getirdiğimde de bir süre içmek ile içmemek arasında kaldı. Çay içmek istediğine pişman olmuş gibiydi. Onu rahatlatmak için: 

“İçinde ilaç yok, merak etme” dedim. İnsanların düşüncelerini okumuşum gibi olduğunda genelde hepsinin takındığı hayret etme ifadesini takınmıştı ve çoğunun yaptığı gibi de inkar etmek istemişti. 

“Yok, estağfurullah, sadece yorgunum ve daldım.” 

Bu kadar açık konuşmamın onda garip duygular yarattığını biliyordum. Söz açmak, muhabbet etmek ve bu yolla rahatlamak istedi. Bunu yapmadan önce bana güvendiğinin bir kanıtı olarak çaydan büyük bir yudum aldı. 

“Yüzün kötü bir insan yüzüne benzemiyor” diyerek de sözle tasdik etti. “Kötü insanlar belli ederler hemen. Yüzlerine yansır” dedi. Ona bu küçük hayat dersi için teşekkür etmedim.

“Haklı olabilirsin...”

“Burada ne yapıyorsun?”

“Hiç... Sadece yaşıyorum” dedim. Bir süre için inanmış gibi yaptı.

“Sen nereye gidiyordun?” diye ben sordum bu sefer. “Tatile” dedi. Ben de inanmış gibi yaptım.  

Çayını bitirdi. Divanda oturmaya alışmış olmamalıydı. Zira yabancı bir yerdeyken divanda oturmak zordu. İnsanın bir şekilde kaykılması gerekiyor. 

Bir çay daha koyarken sessizlik onu rahatsız etmesin diye buraların rakımının yüksek olduğunu ve burada çay suyunun daha erken kaynadığını anlattım ona. Atmosfer basıncı vb. konulardan bahsettim. Anladı ve anlarken eğlendi. Onun eğlenmesi de benim hoşuma gitti, zira bu gibi konulardan keyif alan insanları bulmak zor. 

Böreği yiyiş biçiminden uzun süredir bir şey yemediğini anlıyordum ama yine aynı yiyiş biçiminden onun gerektiğinde açlığa fazlasıyla tahammül edebilecek kadar güçlü bir insan olduğunu da anlıyordum.  

“Otele varsa idin daha güzel bir şeyler yerdin” dedim.

“Börek de güzel” diye cevap verdi. “Sen yapmış olamazsın” dedi.

“Evet olamam.”

Etrafa baktı tekrar.

“Ne işin var buralarda?” diye sordum. Bana neden tatil için az ileride kayak yapılan dağları tercih ettiğini anlattı. Kayak ezelden beridir tutkusuymuş ve her yıl gelirmiş. Kısa, net, sorgulanamaz yanıtlar. 

“Hiç dağlarda kayboldun mu?” dedim. Böyle bir soru sormam garibine gitmişti ama “Bir kez” dedi ve zevkle anlattı. Yanında pusula olduğunu ve bu sayede iyi kötü yolunu bulduğunu söyledi. Tam olarak bir kaybolma sayılmazmış. Oteli bulması dört saatini almış. Ona navigasyon cihazı olup olmadığını sordum. Varmış ama bozulmuş. Zaten dağlarda ona yardımcı olamayacağını düşündüğünü, onun sadece yollarda çalıştığını söyledi. Bense yanlış düşündüğünü anlattım. Yollarla bir ilgisi olmadığını, yirmiden biraz fazla sayıda uydunun sürekli dünya çevresinde döndüğünü vs. anlattım. İlgiyle dinledi. Bir ara elime bir kağıt kalem alıp navigasyon sisteminin çalışma prensibini anlattım: Üç çember sadece bir noktada, dört küre sadece bir noktada kesişir gibi... 

Masanın üzerindeki gazeteler dikkatini çekti ve birini eline aldı. “Yerel gazeteler” dedim. “Ne yapıyorsun bunlarla” dedi. “İlanlara bakıyorum” dedim ve “Ve tabi çevrede ne olup bittiğini öğreniyorum” diye ekledim.

“İş mi arıyorsun?”

“Hayır.”

“Ya ne?”

“Araba. Araba ilanlarına bakıyorum, ama sadece bakıyorum. Özel bir zevk gibi düşün.” dedim. Saçmaydı ama gerçekti.

“Burada yaşamıyorsun değil mi?” dedi tekrar. Önce neden bu kadar durmuştu bu konunun üzerinde anlamamıştım.

“Burada yaşıyorum” dedim sadece.

“Başka odası var mı buranın?” diye sordu.

“Hayır.”

“Bu kadar şey bilen bir adamın kitaplığı olmaması garibime gitti. Sahip olduğun bilgileri bu basit kasaba gazetesinden öğreniyor olamazsın” dedi. 

Sırf zekasını sevdiğim için ona bir an gerçeği söyleyesim geldi ama söylemedim. Sadece sustum. Zaten aslında da bir kitaplığım vardı. Asıl yalan, buranın başka bir odası olmadığı kısmındaydı. 

“Kitaplarımın hepsini belde kütüphanesine bağışladım” dedim.

“Telefonun da yok?” dedi. Sorar gibi.

“Eee?”

“Sen burada bir işler çeviriyorsun bence” dedi. Karşılık olarak:

“Sen de bir işler çeviriyorsun” dedim.

“O nereden çıktı?” dedi birden hiddetlenerek.

“Bu hiddetin bile yeter ama başka kanıtlarım da var” dedim. 

Keyifli bir meraka döndü hiddeti. Bu sırada içerisi de sıcak olmuştu: Isıtıcı, küçük tüp ve küçük tüpün üzerindeki çaydanlık sayesinde. Bu yüzden kırmızı montunun önünü açtı ama çıkarmadı. Kokusu odaya yayılıverdi. Çiçekli ve belki biraz daha baharatlı bir kokuydu ama hangisinin onun kendi ten kokusu olduğunu kestiremedim. 

“Yıllarca kayak yapan, buralara kayak yapmaya gelen ve daha önce dağda kaybolma deneyimi yaşamış birinin, tatile çıkarken telefonunu şarj etmemesi ve üstelik şarj aletini de yanına almaması bana normal gelmiyor” dedim. Zekayı sevdiği belliydi. Gözleri parladı ve gülümsedi.

“Devam et” dedi.

“Başka yok” dedim. “Acele çıkılmış bir yolculuk gibi daha çok...” dedim. “Yemek yemeye vakit bile bulamamışsın. Bu donda bir kenara çekip dinlenmek, yemek yemek yerine illa ki varacağın yere varmak istiyorsun. Bu saatte otele girsen ne olacak? Belki... Belki varayım da dinleneyim diye bir acele... Yine de mantıklı değil.”  

Israra devam etti. Belki nerelerde açık verdiğini öğrenmeye çalışıyordu. O kadar tatlı ve soğuk –ikisi nasıl aynı anda olur diye de düşünüyor insan- ısrar etti ki, bazı hassas detayları da söyledim:

“İçinden ne çıkacağını bilmediğin bir eve girmeden önce arabanın içerisinde biraz beklersin diye düşündüm, ama yapmadın. Direkt arabadan çıktın ve kapıya geldin” dedim.

Giderek keyifleniyordu ama beni de sıkıştırmak istiyordu.

“Bu ne anlama geliyor ki?”

“Güvendiğin bir şey olduğu anlamına geliyor. Şu an küçük tüpe ve çaydanlığa çok yakın olmana rağmen montunu çıkarmıyorsun. Oysa alnında ter damlacıkları oluşmaya başladı. Rahatsız divanda arkana yaslanıp bir kalçanın üzerine ağırlık vermek istiyorsun geldiğinden beri ve sağlak olduğun için önce sağ kalçanın üzerine yaslanacak oluyorsun ama daha sonra vazgeçip sola yaslanıyorsun. Belinde rahatsız eden bir şey olmalı.” dedim.  

Biraz düşündü. Artık gözlerine bakabiliyordum. Elini beline atıp bir tabanca çıkardı. Aramızdaki sehpanın üzerine koydu. Bunu izlemesi çok zevkli olan bir ustalıkla yaptı. Montunu çıkarmasına engel kalmadığı için onu çıkardı. İçindeki boğazlı, kalın ipten örme beyaz kazağıyla ölümcül bir meleği andırdı bir an ve o çiçekli ve baharatlı koku kuvvetli bir uyaran haline geldi. Daha sonra da sağ kalçasına yaslanarak oturdu. Rahatlamıştı. “Ohh” dedi. Gülümsedi. Çok güzeldi. Tüm bunları yaparken onu büyük bir keyifle izledim. 

 “Sıra sende” dedi. Benden bir şey bekliyordu: Bir giz açıklamamı.

“Çayını eline al” dedim. Anlam veremedi. “Al” dedim işaret ederek. Aldı. Ben de kendi çayımı alıp camın önüne koydum. Aramızdaki sehpayı kenara çekip, yerdeki paspası kaldırdım. Kapağı gözümle işaret ederek “Bir odam daha var” dedim. Şimdilik tatmin olmuş gibiydi.  

Telefonu açılabilecek kadar şarj olduktan sonra kendisi açılıyor olmalıydı. İnceden bir bip sesiyle telefonu açıldı. Hemen kalkıp gider sanıyordum ama telefona uzanıp, biraz karıştırdıktan sonra yerine koydu. Belki biraz daha şarj olmasını istiyordu. 

“Aşağıda ne yapıyorsun?” dedi.

“Hemen söylersem zevki çıkmaz.”

“Hımm...”

“Ben senden henüz kayak hikayeni düzeltmeni istemedim bak...” 

Sessizlik oldu. Ben de bu sırada birer çay daha koydum. Gözüm camdan dışarıya ilişti. Lapalar halinde kar başlamıştı: Tüm köylülerin ortak bilinci aklımdan geçiverdi hemen: Hava yumuşayacaktı. 

“Merak etmiyor musun?” dedi.

“Hayır” dedim. “Etmiyorum...”

“Neden?” diye sordu.

“Bir yazar olsam merak ederdim mesela. Öykün her neyse ondan beslenmek için. Ama öyle değil ve üstelik seni bir daha görmeyeceğim. İlginç bir hikaye seni tekrar görmemi gerektirebilir.”

“Bunun ne sakıncası var?”

“Bunda bir sakınca görmüyor olsam bu tip bir inzivaya çekilmezdim değil mi?”

“Sırf bunun için burada kaldığını sanmıyorum” dedi. Tekrar etrafına baktı. “Televizyonun yok mu?” dedi. Niye sorduğunu biliyordum. Eve girmeden önce birisi küçük, birisi büyük iki uydu anteni görmüştü çatıda.

“Antenler farklı bir amaç için” dedim. Az önceki göz parıltısından geldi yine... Zeka ile etkilenen kadınlardandı.

“Bu kadar az kelimeyle konuşmayı seviyorum” dedi.  

Evrimsel süreç zekaya da hakkını vermişti. Büyük ölçüde avcı toplayıcı dönemimizde gelişen beynimiz kadınların erkekleri seçme sürecini de belirlemişti. Doğadaki her şey varkalım üzerine. Çevreye uyum sağlamak ve varkalmak neslin devamı demekti ve atalarımız bir aslanı, ya da düşman kabileden bir bireyi yenmek ya da atlatmak için güce ihtiyaç duyduğu kadar zekaya da ihtiyaç duymuştu. Güçlüler ve zekiler hayatta kalabilirdi. Bugün güç fiziki anlamda hala etkileyici bir unsurdu ama ekonomik düzen parayı da bir güç haline getirdiği için zengin erkekler çekici olabiliyor ve hatta genelde kadınlar evde zengin koca bekliyorlardı. Zeka, hiçbir şekilde çeşitlenmeden devam ediyor ama... 

“Ben senin hikayeni merak ediyorum” dedi. “Seni tekrar görmeme sebep olabilecekse bile...” diye ekledi. 

Düşündüm. Sadece düşündüm. Hayatımı adadığım şeyden ona bahsedebilir miydim? Beni engellemeyecek biri olduğundan emin olmam gerekiyordu. Ona bu kadar çabuk güvenmiş olmama bile şaşırıyorken... Bu kadar çabuk güvenmiş olmamın sebepleri neydi acaba? Uzun süredir bir karşı cinsle temas kurmamış olmamın bunda zorlayıcı bir etkisi olabilir miydi? Kokusundan etkilenmiş olabilir miydim? Veya gözleri... Gözleri çok güzeldi. Melek gibi görünüyordu karşımda. Böreği yiyişinde bile bir zerafet vardı. Tabanca ile yanyana koyulamayacak bir zerafet... Ve bu zıtılığın uyumu beni derinden etkilemiş olabilirdi. 

“Polis olduğumdan falan mı şüpheleniyorsun?”

“Yasadışı bir şey yapmıyorum, öyle bir korkum yok.”

“Korkun nedir?”

“Korkmuyorum.”

“Çekintin nedir?”

“Çekinmiyorum.”

“Ya ne?”

“Paylaşabileceğimden emin değilim.”

“Ayıp bir şey mi?”

“Alakası yok...”

“Ya ne?”

“Hazır olduğundan emin değilim.” 

Bunu duymayı beklemediğinden emindim. “Muhtemelen ondan daha ilginç bir hikayem var” diye düşünmüştüm. Bunu, karşılığında anlatacağı sırrının beni tatmin etmeyeceğine dair bir kaygıya ait yüz ifadesinden anladığımı sanmıştım. Az sonra da yanıldığımı anlayacaktım. Kadınların merak duygusunun erkeklerden daha güçlü olduğunu da tekrar anlayacaktım. O benim onun sırrına gösterdiğim merakın belki yüzlerce katına sahipti ve bu merakın gücünü gördükçe onun sırrının daha büyük olduğuna da ihtimal vermiyor değildim. Kendisininki çok ilginç olduğu için benimkini de öyle sanıyor olma ihtimali yüksekti. Beklemediğim bir anda “Ben katilim” dedi.  

Gerçekten ilginçmiş. Hiç ummadığım kadar kısa bir cümleyle, hiç ummadığım kadar ilginç öyküsünü özetlemişti. Aklıma gelen tek soru oldu: “Seri mi?”  

Katil tipi az zaten. Katil balina ve yarasaları saymazsak... 

Soğukkanlılıkla karşılamama şaşırmıştı; üstelik tabancası sehpanın üzerinde dururken. Onun benden daha çevik olduğunu ve zaten şu an ona yakın duran tabancaya erişerek beni tek mermiyle alnımın çatından vurabileceğini biliyordum. Nedense keskin nişancı olduğundan emindim. 

“Hayır. Kiralık.” dedi. Buna şaşırmıştım işte. İlk defa geçimini adam öldürerek sağlayan birine rastlamıştım çünkü. İlgimi çekmişti. Farkında olmadan kaşlarımı kaldırıp bu hayret duygusunu onunla da paylaşmış olmalıyım ki, “Neden şaşırdın?” diye sordu.  

Önce güldüm. “Doğru ya, her beş insandan birisi kiralık katil zaten” diye de kinayeli bir espri yaptım.  

“Kadın olduğum için mi?”

“Hayır, hayır...” 

Sonra toparlayarak düşüncemi aynen ifade ettim:

“İlk defa geçimini adam öldürerek sağlayan birine rastladım” dedim.

“Bedava öldüreni görmüş müydün ki?” dedi.

“Hayır” dedim... “O insanların öldürmek için çeşitli sebepleri olabilir: namus, kin, nefret, anlaşmazlık vb... Ama sen geçimini sağlıyorsun. Bedavasını görsem bu kadar ilginç gelmezdi zira, diğerleri genelde daha sonra pişmanlık duyulan tiplerdendir” dedim. “Ama sen... Çok ilginç... Sen bundan para kazanıyorsun.” dedim. “Pişmanlık duymuyorsun ve hatta kariyerin ilerliyor. Giderek daha zor hedefler seçiyor olmalısın ve dolayısıyla giderek daha çok para kazanıyor olmalısın” dedim. Biraz daha düşündüm. Ona bir öcü gibi bakmıyor olmamdan mutlu gibiydi. Belki buna alışkındı. Belki daha önce bunu yapmamıştı ya da yaptıysa da uygun bir zamanda polise haber vermek isteyen kişiyi ustalıklı bir hareketle boğuvermişti. 

Kısa süreli sessizliği “Beni şaşırtabilecek bir hikayen varmış” diyerek bozdum. Topu ona atmak için... 

“Hiç fahişe ile de karşılaşmadın demek ki...” dedi. Haklıydı. Hiç karşılaşmamıştım. Yolda gördüm tabi, Tarlabaşı taraflarında yolda bekleyenlerini gördüm İstanbul’da ama hiç beraber olmadım.

“Evet” diye onayladım sadece.

“Bir fahişe ile yatmış olsaydın bu kadar garipsemezdin” dedi.

“Haklısın. Benzer şeyler” dedim. Sonra bir an için endişelendim: Benzer tutmuş olmamı bir hakaret gibi kabul eder miydi? Etmedi. Çaylar tazelendi, bu defa o koymuştu. Bu ortama alışmasının ya da zekama ve soğukkanlılığıma saygının bir ifadesi olabilirdi. Kiralık katil de olsa kadın kadındı. 

“Bir kiralık katilin telefonsuz kalması nasıl olur peki?” dedim. Az önce çaya hiç çeker atmazken şimdi bir adet şeker istemişti.

“Sabit bir numaram yok zaten. İzlenmemek için. Makinayı ve hattı dün elde ettim. Hedefimin buralarda bir otele intikal edeceğini öğrendim. Çok hızlı oldu. Acele çıktım yola. O yerleşmeden tertibat almam lazımdı. Haklıydın yani öngöründe.”

“Şimdi acelen yok mu?”

“Az önce telefon açılınca haber aldım: Hava şartları sebebiyle kurbanım önce başka bir yerde kalacakmış bir gün kadar. Bu gece otelde olmayacakmış yani. Telefon biraz şarj olduktan sonra hemen gidecektim ama seninle biraz daha kalabileceğimi görmüş oldum” dedi.

“İyi de olmuş” dedim. Gözümün içine baktı. Hem de epey derinlere bakmıştı. Bu bakışı tanıyordum: Bu bakış, isteyen bir bakıştı. Aşk isteyen, sarmalanmak isteyen, belki biraz daha şeffaflık isteyen, açılmak isteyen, sevişmek isteyen, huzur duymak isteyen, belki de sadece keyif isteyen... Bilemiyorum ama isteyen bir bakıştı. 

“Evet. İyi oldu. Çok zekisin, soğukkanlı ve gerçekçisin. Bunu sevdim. Keşke bir şekilde hayatımın bir kenarlarında bulunsan” dedi. Tahminlerimden herhangi birini ya da bir kaçını doğrulayan, çok dışavurumcu bir ifade olmuştu. 

“Sıra sende” dedi. “İstenenler” listesine gizlerimi ve sırlarımı koymayı unutmuştum. 

Ona ne yaptığımı nasıl anlatabilirdim ki? Gerçi birine ben katilim demek de zor olsa gerekti ama o yapmıştı: Zira kişi senden kaçar, korkar, belki polise haber verir. Bilemezsin. Kendi hakkında ilk söylediklerinin doğru olmaması gibi son söylediklerinin de doğru olmaması da elbette mümkündü. Belki buna dair bir kanıt istemeliydi. Bu yüzden ben de “dur, sen henüz kanıtlamadın” dedim.

“Neyi?”

“Kiralık katil olduğunu. Her tabanca taşıyan katilim diye gezmemeli.”

“Kiralık Katiller Odası üye kimlik kartımı yolda düşürmüşüm” dedi. Muzip bir ifade takınmıştı ama hakkı vardı. “Neden şüphe ettin?” dedi. Gerçekçi olasım gelmedi ve az önce düşündüğüm şeyleri söylemedim. Onun yerine “çok güzelsin. İnsan bu kadar güzel birinden katil olmasını beklemiyor... Yo yo... Tam tersine. İnsanın ellerinde ölmek isteyeceği kadar güzelsin” dedim. Kendimce iyi kıvırmıştım. Don Juan da kadın bir samurayla karşılaşsa böyle derdi herhalde.

“Aşağıdaki mahsende harem gizliyorsun galiba. Ağzın iyi laf yapıyor” dedi. Paralel düşünüyorduk.

“Kadınlarla aram o kadar iyi değil”

“Ne kadar iyi?”

“Seni beş sene önce tanısam karımı vurman için tüm servetimi vereceğim kadar.” dedim. 

Bu tip karşılıklı espri furyası bir süre sürdü. Benim ona söyleyeceğim sırrın ne kadar önemli olduğuna dair bir kafasında bir muhakeme sürecine girdiğini gözlerinden görebiliyordum. Ben söylemedikçe merakı artıyordu. Kaçışım yoktu: Az sonra sırf söylemediğim için vurulabilecekmişim gibi hissettim. 

“Aşağıda bir takım bilimsel çalışmalar yapıyorum” dedim. Bir süre sustu. Sanırım beklediğinden daha farklı bir şeyler söylemiştim. Aşağıda ceset sakladığımı düşünüyor olabilirdi. İnsan bir süre sonra hayata mesleği çerçevesinden bakar herhalde. Ben hep öyle yapıyorum. 

“Nasıl çalışmalar?” dedi.

“Şu antenler... Onlarla gökyüzünü izliyorum” dedi.

“Güzel kanallar var mı?”

“Hepsi erotik” dedim ama daha bunu söylerken artık ciddi olmamız gerektiğini hissetmiştim. Zaten o da son esprisini isteksiz yapmıştı. 

“Kimsenin henüz keşfetmediğini düşündüğüm ya da keşfedildiyse de kamuoyuna açıklanmadığını düşündüğüm bir meteoru dinliyorum” dedim. Biraz daha açıklamamı isteyen gözlerle baktı. 

“Normal teleskopları bilirsin. Onlarla gökyüzünü TV izler gibi izlersin. Görsel olarak yani. Bir de radyo teleskopları vardır. Radyo teleskopları ile de uzaydaki radyo dalgalarını izlersin.”

“Radyo dalgaları derken? Bildiğimiz radyo gibi bir şey mi?”

“Yok hayır. Aslında yayılan her şey dalgadır desem yalan olmaz... Daha basit anlatmam gerekirse, eğer bir gezegende bizim gibi insanlar varsa ve bu insanlar bir şekilde telefonla haberleşiyor, radyo ya da tv yayını yapıyorsa, bunlar uzaya da yayılırlar. Yani uzayın dünyayı görebilen bir noktasında dünyadaki yayınları alabilirsin. Bunlar her zaman çok net olmayabilirler ama anlamlıdırlar. Yani yapay dalgalardır. Yıldızlar da, gezegenler de üzerlerinde olup bitenden dolayı radyo dalgaları yayarlar ama bunlar doğa olaylarına ait, anlamsız yayınlardır. Bir TV, bir radyo yayını, bir iletişim uydusu öyle değildir.”

“Bu kadar küçük bir iki antenle ben de dinleyebilir miyim yani. Bu kadar kolay mı?”

“Aslında bu kadar kolay değil. Her şeyden önce böyle yüksek ve ıssız bir yerde olmak lazım. Çevrede de dalga kirliliği olmasın. Bir de beldenin başka yerlerine de anten yerleştirdim. Belli bir düzende yerleşmiş onlarca küçük anten çok büyük bir antenmiş gibi davranabilirler.”

“Beldedekilere nasıl izah ettin?”

“Onlara uydu TV hediye ederek. Biliyorum kötülük ettim...”

“Bir filmde buna benzer bir şey izlemiştim” dedi kadın. “Uzaylı filmiydi...”

“Ben de fikri oradan aldım zaten. Film de olsa, bilim de olsa, bedavaya kimse karşı koyamaz.”  

Söylediklerimi sindirmeye ve kendi gözlemleriyle doğrulayıp tasdik etmeye çalıştığı için bir süre sessiz kaldık. Demlikte kalan son çayı da böylece taksim ettim. Keşfedilse de kamuoyuna açıklanmayacak ne olduğunu sordu. Kilit soru da buydu.  

 “Bu meteordan anlamlı yayınlar alıyorum.” dedim.

“Ne kadar anlamlı?”

“Epey anlamlı. Bir şekil dili kullanılarak yazılmış –gönderenlerin alfabesi de olabilir-...” demeye kalmadan sözümü kesti.

“Gönderenlerin?”

“Evet, gönderenlerin...”

“Hep inanmıştım zaten. Devam et” dedi. Bir anlık parlayan heyecanı hemen geri sönmüştü. Öyle ya... Karşımda heyecan duygularını birinin gözlerinin içine baka baka onu öldürebilecek kadar kontrol edebilen birisi vardı.

“Bir metin, hem görsel olarak gönderiliyor. Hem de sesli olarak okunuyor.”

“Ne diyor?”

“Bilgisayar yardımıyla çözdüm. Bir yılımı aldı diyebilirim. Anladığım kadarıyla başka bir ırkın bizim gezegenemize yönlendirdikleri bir tip silah. Meteor doğal bir meteor ama bir yerlerde eski çağlardaki mancınık kullanarak taş fırlatanlar gibi meteorları da yönlendirebilen bir teknoloji geliştirilmiş olmalı.”

“Dünya’ya çarpacak yani.”

“Evet.”

“Zarar büyük mü?”

“Epey olacak. Muhtemelen meteorun gövdesine kuvvetli bir patlayıcı yerleştirmişler. Bu da planlarda var olduğunu düşündüğüm bir detay. Yanlış okumadıysam... Patlayıcı patlayınca meteor yayılacak. Dünya’nın büyük bir kısmına düşecek.”

“Hepimiz ölecek miyiz?”

“O kadar büyük etkili değil. Bir kısmımız hayatta kalır ama eminim meteor çarpıp da zayıfladığımızda istilaya da geçeceklerdir.”

“İlginç...” dedi. “Neden bir şeyler yapmıyorsun?” diye sordu tabi.

“İzliyorum ya...” dedim. 

Garip bir şekilde ne demek istediğimi anladı. İnsanlıktan sıkıldığımı, düzenden sıkıldığımı, medeniyetimizin manasız bir kısır döngü içerisinde kendine, yaşadığı yere zarar verdiğini, dünyada zenginlik ve açlık gibi iki ayrı ucun bulunmasının bile türümüzün yok olması için geçerli bir sebep olduğunu anladı. 

“Ne zaman olacak bu çarpışma?”

“Daha iki yıl var”

“İşimi bitirdikten sonra yanına gelebilir miyim?” dedi.

“Yarın mı? Bu hafta mı? Yani bu iş bitince mi?” diye sordum.

“Evet?” 

Ona beni anlayan, benim şu hareketime karşı çıkmayan, hatta bu süreçte benimle olabilecek bir kadının benim için ne kadar kıymetli olduğunu anlatmadım. 

“İşini bitirdikten sonra bir şekilde buraya gelir ve burada yakalanırsan...”

“Ben yakalanmam”

“... bir şekilde yakalanırsan, buradaki tüm belge ve evrakları alacaklar, tüm makinalara el koyacaklardır. Bilime pek kıymet veren bir ülke değiliz, üzerinde senin şu işlerinle ilgili şeylere rastlamadıkları zaman çöpe atacaklar ya da arşiv dolabına saklayıp orada çürüteceklerdir ama işte... küçük bir ihtimal. Risk. İnsanlık bunu öğrenmemeli.” dedim. Kibarca reddetmiş oldum galiba. O daha çok insanlığa haber vermemem kısmına takıldı. Bir süre düşündü ve “Sen de katilsin” dedi.

“Evet belki de” dedim. 

Yanıma geldi. Kolumu kaldırıp altına girdi ve başını göğsüme koydu. Duyduğu huzuru ben de hissetmiştim. Bu huzur, kiralık olmasa da kitlesel, direkt olmasa da dolaylı bir katil bulduğu için mi, yoksa kurduğumuz bu ilginç diyaloğun bana vermiş olduğu gibi ona da güven vermiş olduğundan mı kaynaklandığını anlamadım. 

Ona yıldızları anlattım. Uzun uzun. Ne anlattıysam dinledi. İlk kez nasıl keşfettiğimi, bu keşif sürecinde karımı neden terkettiğimi, ona bunu anlatamadığımı, onun çocuk istediğini ama zaten meteor çarpmasında ölecek bir çocuğu yapmayı ekonomik bulmadığım için benim istemediğimi ve doğal olarak sebebini ona söyleyemediğimi anlattım. Boktan ve gereksiz bir hikaye olduğunu biliyordum.  

O da bana öldürmenin nasıl bir duygu olduğunu anlattı. Bir süre için insanın zorlandığından bahsetti. İlk zamanlarda kurbanlarının o son görüntülerinin uyumadan önce rüyalarına nasıl girdiğinden. Fakat bir süre sonra göze lens takmak kadar kolaylaştığını söyledi. Ben bu örneğiyle insani reflekslerinin öldüğünü anlatmaya çalıştığını anlamıştım. Hala az sayıda kelimeyle konuşmaktan mutluydu. 

O gün seviştik. Çok kez seviştik. Onun uzun ama çok uzun yıllardır biriyle sevişmemiş olabileceğini anlayacak kadar kadınları tanıyordum. O ise, benim hiçbir kadına değer vermediğim kadar ona değer verdiğimi şu kısa zamanda anlayacak kadar tecrübeli değildi ama kadın olduğu için davranışlarımdan, bakışlarımdan ve dokunuşlarımdan bunu içgüdüsel olarak anlıyordu. Üstelik ben bile anlayamazken. 

Aşağıdaki odada ne olup bittiğini görmek istemedi. Ben de kimseye göstermek için yapmamıştım zaten orayı. Birine gösterebileceğimi de hiç düşünmemiştim. Louvre müzesi ya da harikalar diyarı değildi zaten. Mona Lisa da yoktu. Kağıtlar, kitaplar, bilgisayarlar, aletler, resimler, belki bir kaç şişe cin. 

Sabah gitti. Giderken “Son işimi bitirdiğim zaman ortalık biraz karışacak. Karışıklık geçer geçmez geleceğim. Seni riske atmayacak şekilde.” dedi. “Madem bu kadar az zamanımız var, artık iş de yapmam zaten” diye ekledi. Bu, eğer dönerse hep yanımda kalmak istediği anlamına geliyordu. İçimde yine de onun gelmesini isteyen bir yanım vardı ancak tüm planlarımı onun için de değiştiremezdim. Hiçbir şey demedim. 

Aslında bir telefonum olduğunu, benim üstüme olmadığını, acil bir ihtiyaç olmadıkça kartını takıp çalıştırmadığımı ve bana telefonla ulaşmanın mümkün olmadığını söyledim. Aramaya çalışmamasını, mektup dahi yazmamasını söyledim ancak o, bir gün bu fikrimi değiştirebileceğimden ve onu yanımda isteyebileceğimden ümitliydi.  

“Sana gelebileceğim zaman bir şekilde bunu haber vereceğim. Sen istemedikçe de gelmeyeceğim. Eğer hayattaysan, buradaysan ve daha da önemlisi beni istiyorsan, bana ulaşabilecek bir kapı bırakacağım sana. Lütfen bu kapıyı kullan” dedi. Bunu nasıl yapacağımı anlamadım. 

Bana tatlı dudaklarıyla son bir öpücük verip, arabasını yaptırmak için tarif ettiğim ustanın adresine uğramak üzere hedefinin bulunduğu otele gitmesinin üzerinden dört ay kadar geçti.  

Bense bu sırada kendime yer altında bir dünya inşa etmeye başladım. Ölmek istemediğimden ya da ölmekten korktuğumdan değil: Böyle bir olayı izleyebilmek istiyorum; hatta istila safhasını da. O devasa taşı gezegenimize gönderenler her kimse, nasıl silahlara sahip olduklarını, biz insanları ne yapmayı amaçladıklarını ve gezegenimizden ne istediklerini görmek istiyorum.  

Dört ay önceki planlarımda önemli bir değişiklik oldu ve tüm planlarımı “iki kişilik” hale getirdim. Bir gün fikrimi değiştireceğimden emin olmakta haklıydı. Zira gittiğinden beri görmek istediklerimi en az benim kadar görmek isteyen bir kadın bulmuş olmanın ne kadar kıymetli olduğunu düşünüyorum. Önceleri bunun gerçekten önemsiz olduğunu sanmıştım ama yaptığım tüm bu hazırlıkları birlikte yapıyor olmanın ne kadar güzel olabileceğini farketmiş durumdayım. Eski karımın düşünce dünyamdaki o kişisel kitabımda “bir kadınla hayatı paylaşmak” başlığı altında ne varsa tahrif ettiğini belki de hesaba katmalıydım. 

Karışıklıkla kastettiğinin ne olduğunu az çok tahmin ediyorum ama bu karışıklığın ne zaman ve nasıl geçeceğine dair hiçbir fikrim yok. Yiyecek ve malzeme planlarımı iki kişiye göre yapıyorum. Zaten meteorun çarpacağı bilinmediği için gıda fiyatları o kadar da yükselmiş değil ve bu pahalıya patlamıyor. Ayrıca bizi yer altında yüzlerce yıl yaşatacak bir sera da inşa ediyorum.  

Onunla olan tesadüfi birlikteliğimize manalar yüklemeye çalışıyorum: 

Bu çalışma şevkine ihtiyacım vardı ve belki de Tanrı, gönderdiği misafir aracılığıyla bu kozmik savaşı daha fazla izleyebilmem için bana umut aşılamış oldu. Aklıma gelen diğer bir ihtimal, silahlarının izlendiğini farkeden meçhul ırkın bana bir müfettiş göndermiş olmalarıydı ama bunu bir kiralık katil sıfatında göndermiş olmaları manalı gelmiyordu. 

Şimdilerde mevsimlerden bahar ve hatta yaza da az kaldı. Yerler o gece olduğu gibi don değil. Dağlardaki karlar erimeye başladığından buradaki turizm de öldü ve pek az araç geliyor. Bazı geceler yattığım yerden uzunlarını yakmış bir arabanın far ışıklarının duvarıma vurmasını ve biraz sonra da kapımın önünde durmasını bekliyorum. Kapım her çalındığında bir çift mavi gözle karşılaşmayı umuyorum. Böyle olmayacağını da biliyorum; zira bana kesinlikle haber verip, öncesinde onayımı alacağını söylemişti. 

Tabi, benim fikrimi değiştirmem kadar onun da fikrini değiştirmesi muhtemeldi. O da, o gecenin huzuru ile hiçbir yere bağlayamayacağı hayatını ve hayat tarzını bir an için bana bağlayabileceğini düşünmüş, fakat can pazarlarının kalabalık sokaklarında hem bu kararını, hem de hislerini unutmuş olabilirdi. Belki bir süre sonra zihnindeki kişi dosyalarına “dünya’ya meteor çarpacağını düşünen bir deli” şeklinde kaydolmuş olabilirdim. 

Galiba öyle olmadı. Nihayet bugün yerel gazeteyi alıp araba ilanlarını incelediğimde 2000 model, mavi, sağ çamurluğunda onarılmamış hafif bir göçüğü bulunan, klasik bir Volvo S40 ilanı gördüm. Bu o olmalıydı. Her neredeyse yerel gazeteyi arayıp ilan vermek zor olmasa gerekti. Aşağıda bir telefon numarası yazıyor. Bana bırakmış olduğu kapı olmalı. 

Az sonra kasabaya, postaneye inip, bu kapıdan gireceğim. Kapıdan girdiğim yer her nereyse o bir çift mavi gözle karşılaşmak tek ümidim.