Nostaljizm

Bu resim Midjourney AI tarafından oluşturulmuştur.
Yazıldığı yıl: 2019
Not: İlk olarak Trendeki Yabancı dergisinde yayımlanmıştır.

17 Temmuz 2020, Cuma.

Sorumlu bir yazar olarak, henüz fırsatım da varken, tarihe not düşmek için insanlığın son birkaç ayda yaşadıklarının kısa bir özetini yazacağım. Zira artık ben de rüya görmekten korkuyorum.

***

Dünya’nın en meşhur, en yetenekli çellisti bir sabah uyandığında rüyasında yazdığı bir eseri unutmadan kayda alabilmek için stüdyoya çevirdiği odasına koştu. Uyku sersemliğiyle biraz afallasa da ilk sigarasını yakıp geceden oraya bıraktığı küllüğe koyduktan sonra enstrümanını yerinden aldı. Ancak yay ile tellerin kavuşmasından istediği sesi çıkaramadı. Aletinin akordunun bozulduğunu düşündü ve hemen yandaki piyanodan la sesi aldı. La teli doğruydu. Ona bağlı olarak diğer tellerin tonlarını kontrol etti. Onlar da doğruydu. Ancak basit bir melodi çıkarmaya kalkıştığında elleri doğru yere basmayı bir türlü beceremiyordu. Dehşete düştü. Ne kadar fazla hırsla yeniden denediyse o kadar beceremedi. Aklına ilk gelen şey beyninde bir tümör olma ihtimali oldu. Bu tümör düşündüğü bir melodiyi ellerine aktaran birimde olmalıydı herhalde. Önce bir doktoru mu yoksa müzisyen bir arkadaşını mı arasa bilemedi. “Buraya gelmeden bir şey söyleyemeyiz, gelin tetkiklerinizi yapalım” cümlesinden ziyade “Olur öyle, bazı sabahlar bana da oldu” cümlesini duymak istediğinden arkadaşını aradı. Asla düşünemeyeceği, umamayacağı bir yanıtı, ağlamaklı bir sesle verdi arkadaşı: “Ben de o haldeyim…”

O sabah dünyadaki tüm müzisyenler rüyalarında bir beste yapmışlar ancak ellerine bir enstrüman alıp da bu besteyi çalmaya kalkıştıklarında bunu becerememişlerdi. Hatta sadece o “rüyalarının bestesini” değil, enstrüman çalma becerilerini tümden kaybettiklerini anlamışlardı. Haberler yayılınca artık kimsenin yeni bir beste yapamadığı ortaya çıktı. Hoş yapabilseler de çalabilecek bir tek kişi bile yoktu. Onlar da herkes ama herkes gibi sadece dinleyiciydiler artık.

Bilim insanlarına göre tüm müzisyenlerde yaşanan bu durum ancak ve ancak olağanüstü hızlı bir salgının beynin aynı bölgesini etkilemesinden kaynaklanabilirdi. Yani aslında “virüs” sadece müzisyenlere değil, istisnasız herkese bulaşmıştı ama -haliyle- semptomlar sadece müzisyenlerde gözle görülür olabiliyordu. “Niye sadece müzisyenlerin” rüya gördüğü sorusunu da “o bölgede böyle bir kabiliyeti sağlayacak kadar gelişmişlik yoksa, böyle bir rüya da görmezsiniz. Demek ki henüz görüntüleyemediğimiz bu hayalî virüs, bölgeyi etkisi altına aldığında böyle bir rüya görmeye neden oluyor. Tabii sadece elverişli olanlarda…” şeklinde yanıtlıyorlardı.

İnsanlık artık asla yeni bir beste yapılamayacağı, bir daha asla canlı konser dinleyemeyecekleri gerçeğine çabuk alıştı. Eski şarkılar kıymete bindi. Geriye dönük “Top 10” listeleri internet ve TV’leri işgal etti. “Son yapılan beste” unvanına sahip eserin hangisi olduğu üzerinde bir mutabakata varılamadı. Ne var ki klasik müzikte rekabet son derece şiddetliydi ve hatta işin içine hile de karışmıştı: Müzik çevreleri Güney Afrikalı kompozitör JoJo Samuel’in isim vermediği bestesinin son klasik beste olduğuna karar vermişlerdi. Ne var ki bir süre sonra Venezüelalı Adelina Santos dava açtı ve bilirkişi üç hafta boyunca son klasik beste sanılan bu eserin daha önce bestelendiğini ve Samuel’in bilgisayar kayıtlarıyla oynadığını tespit etti. “Son bestenin” mahkeme kararıyla tayini ve Santos’un bir anda kazandığı şöhret başkalarını da harekete geçirdi: Virüsün bulaştığı gecenin ilerleyen saatlerinde bir beste yaptığını ve icrasını herhangi bir kayıt cihazıyla kaydetmediğini söyleyenler de vardı. Onlar da ellerindeki nota defterine yazılmış bir şeyler gösteriyorlardı ama kimse çalamadığından ve hatta zihninde bile canlandıramadığından gerçekten bir eser olup olmadığını anlamanın bir yolu olmadı. Tabii hilekârlıüa başvurulan tek alan müzik olmadı: Bu durumu tedavi ettiğini iddia eden şarlatanlar, zaten ekmek teknelerini kaybetmiş olan müzisyenleri bir süre için düzenli olarak söğüşlediler. Zavallılar ellerine aldığı enstrümanda bir şeyler çalamadığının farkında olsalar da “müthiş! müthiş!” diye haykıran şarlatanların gazına geldiler. Fakat aslında bilim insanları ne olup bittiğine dair en ufak bir iz bile bulamamışlardı. Yeteneğini kaybetmeden önce bir nedenle beyin MR’ı, EEG’si, tomografisi çektiren tüm müzisyenlerden tıbbi kayıtlarını belirlenen merkezlere getirmeleri ve gönüllü olarak deneylere katılmaları istendi. İtiraz eden olmadı. Dünya’nın farklı bölgelerinde oluşturulan merkezlerde araştırmacılar ve müzisyenler adeta kampa girmişlerdi.

Projede canla başla çalışan sinirbilimcilerden birisi aynı zamanda ressamdı da. O da bir gece rüyasında harikulade bir resim yaptığını gördü. Sabah uyandığında yüreği ağzına geldi ama kaç zamandır insanlığın bu yeni belasıyla uğraştığından böyle bir rüya görmesinin normal olduğunu düşündü. Yine de rüyasında gördüğü o resmi kâğıda dökmek için sabırsızlanıyordu ve afyonu patlar patlamaz atölyeye çevirdiği küçük odasına koştu. 24 renkli suluboyasını açıp pamuklu kağıdını ıslattı ve o güzelim mavi gökyüzünden başlamak için en uygun maviyi seçmek için davrandı: Renkleri bir türlü algılayamadığını fark etti. Gözünün önünde yapmak istediği resmin hayali capcanlı dursa da istediği rengi bir türlü elde edemiyor ve fırçayı kâğıda istediği şiddet ve açıyla süremiyordu. “Kesinlikle psikolojik olmalı… Bu konu hayatımın merkezine girince… Korkularımı yaşar hale geldim” diye düşündü. Ancak internette doğru anahtar kelimelerle arama yaptığında bir gün öncesine kadar resim yapabilen herkesin bu becerisini kaybettiğini anlaması uzun sürmedi. Varlığından emin dahi olamadıkları virüs, her nasıl olduysa, görme korteksine de sirayet etmişti. Hatta biraz daha kurcalayınca sadece ressamlıkla ilgili değil, görsel estetiğe dayalı tüm sanatların sonunun geldiğini gördü. Heykeltıraşlar, tasarımcılar, stilistler vb. o sabah kabiliyetlerini yitirmiş olarak uyanmışlardı. Artık göze güzel görünsün diye bir şey yapmak mümkün değildi. İster sanat ister zanaat olsun, görsel cazibesi olan bir şeyi ortaya çıkarma devri sona ermiş görünüyordu. Bu ikinci salgının geniş kapsamlı olması “aslında virüsün herkese bulaştığı ama ancak kabiliyetini yitirenlerde sonuçlarının anlaşılabildiği” hipotezini destekliyordu.

TV’deki tartışma programlarında “sıradaki ne?” sorusu sorulmaya başlanmıştı. İlk olay münferit kabul edilmişti ama ikinci olay kalıcı ve “ilerleyen” bir şeyler olduğunun açık bir göstergesiydi. Konu sadece sanattan ibaret değilse (ki böyle düşünmek için bir sebep yoktu aslında) insanlığın külliyen “adeta bir zombiye” dönüşme riski vardı. Müzik yapılamıyordu ama yapılmış olanlar dinlenebiliyordu. Heykel yapılamıyordu ama bir heykele bakıp büyülenilebiliyordu. “Ya bunları da yitirirsek?” sorusu kulaklara çok dehşetli geliyordu.

Yine de insanlığın bir beyin felci geçirmeye doğru yol alması ihtimali düşünülenden daha az insanı korkutuyordu. Genelde hayatın akışı bozulmadı. Tüm kafe ve barların “70’ler… 80’ler, 90’lar…” konseptine dönmesi ve kimsenin hatırlamadığı, unutulmuş pek çok şarkının, resmin, heykelin piyasaya yeniden sürülmesi dışında bariz bir değişiklik algılanmıyordu. Reklamlar biraz tuhaftı: Ya görsel bir düzenlemeleri yoktu… Ya da geçmişteki bir arka plan ya da video yeniden kullanılıp, üzerine dublaj yapılıyordu. İlginç olansa ekmek teknesini yitirdikleri için üzülen pek çok sanatçının, geçmişteki eserlerine artan rağbetle birden ummadıkları bir telif gelirine kavuşmalarıydı. Bazısı bundan çok memnunken, sanatlarını kendini gerçekleştirmek için üretenler dertliydi ve üretememekten şikayetçiydi. Eğer intihar etmiyorlarsa sırf bu yeni dünyanın nasıl böyle ilerleyeceğine duydukları merakın yüzü suyu hürmetineydi. Her ortamda, her yerde “yitirilenler” konuşuluyordu. Körler ölmüş, badem gözlü olmuşlardı ama herkesin kendini sanat eleştirmesi sanması yeni bir şey değildi zaten.

Peki gerçekten sıradaki neydi? En korkutucu tahmin, müzik kadar dinlenmese de film kadar izlenmese de bir resim ya da video kadar kıymet görmese de edebiyatın artık bir son bulacak olmasıydı. Yazarlar bir gece rüyalarında bir eser yazdıklarını görecekleri korkusuyla uyuyorlar, amma velakin bu korkunun şiddeti yüzünden gerçekten böyle rüyalar görüyorlardı. Zaten o sıralarda da sürekli dünyanın içerisine girdiği nostalji çağıyla ilgili yazıp çiziyorlardı. Henüz yazarların iş yapabiliyor olması, yeni çıkan kitaplara daha önce görülmemiş bir ilginin gösterilmesine neden oluyordu. “Belki de bu son yüz eserden biridir”, “İnsanlığın son eserlerinden biri olabilir mi?” ya da biraz kinayeli bir tonla “Tükenmeden alın!” benzeri sloganlar, görsel estetikten yoksun düz yazıdan oluşan ilanların özünü oluşturuyordu.

İlginç felsefi tartışmaların döndüğünü de söylemeden olmaz… Dünyaca ünlü dil bilimcilerden biri ortaya “belki de insanlığın zevki değişiyordur” gibi bir fikir atmıştı. Bu hipoteze göre piyanoda basılan tuşlardan çıkan ama anlam ifade etmeyen o müzik, aslında yeni insanın müziğiydi. Resim yapmak isteyen bir ressamın rasgele atılmış gibi görünen fırça darbeleri aslında gelecek neslin resim anlayışıydı. Bir sinirbilimci de destek vermişti: Ona göre yeni doğan çocuklar sadece bu yeni eserlerle karşılaşırsa, estetik anlayışları buna göre şekillenecekti. Bizlerin zihinleri bu yeni müziğe, bu yeni estetiğe alışkın olmadığından onu yadırgıyordu. Oysa bunların hepsi çocukluktan öğrenilmişti… Öğrenilmiş şeylerdi. Normu yoktu sanatın… Ama tuttu bu fikir. Küçük de olsa bir grup sanatçı anlamsız eserleriyle konserler verip, sergiler açtılar. “Post-sanat” meraklısı başka bir küçük kitle de bu ziyafetlere katılıp beğenir gibi yaptılar. Bu grubun ortak kanısı, “elbet bir gün bu Nost-sanatın sona ereceği, post-sanatın yükselişinin engellenemeyeceği” yönündeydi.

Bir sabah sözde viral enfeksiyonun yeni bir safhaya ulaştığı anlaşıldı… Korkulduğu gibi edebiyata bulaşmamıştı virüs. Rüyayı görenler bu kez tiyatro ve sinema oyuncuları oldu ama onların işsiz kalması, artık film ya da oyun oynanamayacak olmasından daha büyük bir problem çıkmıştı açığa: Hiçbir insan hiçbir şekilde rol yapamıyor, inandırıcı bir yalan söylemeyi beceremiyordu. Bu da toplumda ciddi bir infiale yol açtı. İtiraflar… Yıllar sonra açığa çıkan suçlar… Enselenen dolandırıcılar… Hepsinin de karşılığı olarak dinmeyen bir şiddet. Tek teselli, suçluların kolay yakalanabilmesiydi çünkü “sen mi yaptın” demek yetiyordu şüpheliye. Haliyle tartışmanın odağı sanat olmaktan çıkmıştı ama hiç kimse hiçbir şeyi TV’de tartışmayı istemiyordu: Zira onlar da dillerini hiç tutamadan, öfkelerini hiç saklayamadan konuşmaktan, son birkaç programda yaşandığı gibi, sonunda yumruk yumruğa bir kavgaya girişmekten korkuyorlardı.

Şu ana dek yaşanan kayıpların hiçbiri medeniyeti tehlikeye atmamış, sanatın ve ticaretin sınırlarının dışına çıkmamıştı. Ancak bu son kayıp çok tehlikeliydi. Kısa sürede herkes, “oynamanın” ne kadar önemli bir sosyal yetenek olduğunu, toplumu bir arada tutan harcın bu kabiliyet olduğunu düşünmeye başladı. Ve sözde virüsün aslında herkese bulaştığı hipotezi artık son derece güçlü bir teoriye dönüşmüştü. Yine de ciddi ciddi -ki artık sırf farklı bir fikir ortaya atmak için inanmadığı bir şeyi söylediğinden şüphelenilmiyordu kimsenin- oyunculuğun en yaygın sanat olduğunu, etkilenen nüfusun bu kadar büyük olmasının sebebinin bu olduğunu düşünenler vardı. Mantıksız da sayılmazdı.

Kendime not: Çok yoruldum. Yarın devam edeceğim.

* * *

Kalorifer ekran monitör çerçeveden. Meşeler ve buluttan necasetten taharet. Maşrapayla gelerekten su semenderi gözümün nuru… A… K…